Son zamanlarda ülkemiz eğitim dünyasında sıkça duyduğumuz bir kavram var: Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli. Hem geleceğe hem de köklerimize bir selam niteliğinde bir program gibi. Eğitimde yeni bir sayfa açılıyor ve en çok dikkatimi çeken derslerden biri de biyoloji oldu. Çünkü biyoloji, sadece hücreleri, organları ya da canlı sınıflarını öğretmekle kalmamalı yaşamın kendisini anlamamızı sağlamalıdır. Bu yüzden, bu TYM modelinin biyolojiye bakışını konuşmak, aslında hayata bakışımızı konuşmak demektir.
Yeni programda göze çarpan en güzel yönlerden biri, dersin soyut bilgilerden sıyrılıp günlük yaşama daha çok temas etmesi. Artık öğrenciler sadece “canlılar alemini” değil, yaşamın sistemini öğrenecekler. Mesela, ekosistem konuları yalnızca türlerin ilişkilerini değil, insanın doğaya etkisini ve doğanın insana verdiği yanıtı da içeriyor. Sağlık temaları, gençlerin kendi bedenlerini tanıması ve bilinçli yaşam alışkanlıkları kazanmaları açısından daha somut hale getirilmiş. Kısacası, “ders” olmaktan çıkıp bir yaşam rehberine dönüşmüş diyebilirim.
Bir diğer önemli kazanım, bilimsel düşünmenin yaşam becerisi haline getirilmesidir. Önceden deney yaparken, sonuç ne çıkacak acaba? diye, merak eden bir öğrenci, şimdi sonuç neyi gösteriyor? Diye, sorguluyor. Yeni model, öğrenciyi pasif dinleyiciden çıkarıp aktif bir araştırmacıya dönüştürüyor. Genetik, biyoteknoloji, sürdürülebilirlik gibi konular artık kitap sayfalarında kalmıyor, hayatın içindeki gerçekleriyle bütünleştiriliyor.
Bir başka güçlü yön, bilimsel düşünmeyi günlük karar verme süreçlerine taşımasıdır. Öğrenciler artık sadece konuları, deneyleri ezberden ziyade; “Neden böyle oldu?” diye sormayı öğreniyorlar. Teknolojiyle kurulan köprüler de dikkat çekici. Genetik mühendisliği, biyoteknoloji, çevre sorunları gibi konular; laboratuvarın duvarlarını aşarak teknoloji, etik ve ekonomiyle buluşuyor. Böylece biyoloji, geleceğin meslekleriyle ve toplumsal sorunlarla daha yakın ilişki kuruyor. Bu, çağın gerektirdiği bir dönüşüm.
Tabii ki, hiçbir model kusursuz değil. Yeni program, bazı yönleriyle hâlâ “yoğun içerik- az zaman” ikileminde sıkışmaktadır. Öğrencinin keşfetmesi bekleniyor ama keşfetmeye yeterince zaman tanınmamış. Ayrıca her okulun aynı imkânlara sahip olmaması, uygulama aşamasında farklılıklar yaratmaktadır. Ancak bu eleştiriler daha iyiye ulaşma yolunda birer hatırlatma niteliğindedir.
Sonuçta, biyoloji artık sadece sınavda sorulacak bilgiler değil; nefes aldığımız havanın, içtiğimiz suyun, yediğimiz ekmeğin hikâyesi gibidir. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli bu hikâyeyi öğrencinin zihnine daha yaklaştırmaya çalışıyor ve hayata dokunan bir eğitim modelidir. Belki de asıl mesele, bu dokunuşun kalıcı bir bilince dönüşmesini sağlamak. Çünkü eğitim, tıpkı doğa gibi; emek verirsen yeşerir.
